Thursday 9 September 2010

Previously on the Tour of the UK, York

York şehri girişinde bisikletlerimizin fotoğrafını çektirmemizden hemen sonra güneş, sanki bunu bekliyormuş gibi sağ yanımızda uzanan ovanın onun için hazırladığı yatağına bıraktı kendini. Giderayak bize altın sarısı buluttan virgüllerle ayrılmış birkaç satır gökyüzü, bir gök kuşağı ve bir balon bıraktı.  Gök kuşağının altında bizim için altından daha değerli olan banyo ve yumuşak bir yatak  bulacağımıza inandığımızdan o yöne doğru sürdük, yol zaten o tarafa gittiğinden değil. 



Çok geçmeden binalar iki yanımıza dizilmeye başladı. Çoğu şehirde olduğu gibi, York merkezindeki tarihi dokuyu korumak için onu bir ambalaj gibi saran çağdaş ingiliz tipi iki katlı bahçeli evlerden oluşan katmanları katettik. Sokak anarşisinin sıfırın altında olduğunu kanıtlayan yarı aralık kapılar ve bahçeler dolusu oyuncak, birer yabancı olarak bizde hem tatlı bir güven duygusu hem de bu huzuru istemeden bozma endişesi uyandırdı. Açık kapılardan birinden girip salondaki kaçınılmaz sofada uyuyakalsam uyandığımda yanımda süt ve bisküvi bulma olasılığım çok yüksekti. Oksijen zehirlenmesi ile açıklanabilecek bu veya benzeri bir davranışta bulunmadan parasını ödeyeceğimiz kendi sığınağımızı bulmaya karar verdik. 
Çağrı bir dörtyol ağzında bilgisayarımızı açıp, sabahtan kaydettiği ayrıntılı harita ekranlarında yolumuzu ararken ben de bisikletimi, rengi itibariyle olsa gerek, nereye parketsem yakıştığını farkettim. 

Bütün tur boyunca haritanın gözümün önüne geldiği, bir elin parmaklarını geçmez. Benim her zaman fikrimi sormakla, birlikte Çaarı yönümüzü kestirme işini turun daha en başında gönüllü üstlendi. Ben de güneşin bulunduğu yerin garibime gittiği birkaç müdahale dışında sesimi çıkarmadan peşinden gittim. Çok geçmeden yol bulma konusunda doğuştan yetenekli olduğunu kanıtlayan Çaarı (bkz. Newcastle kuşatması) 3. günden itibaren turun resmi kartografı oldu. Yön duygumuzu altüst eden en önemli unsurlardan biri, bütün yolların birbirinin tıpatıp aynısı birer ağaç koridoru olmasıydı. Anayolda kaybolmanın ormanda kaybolmaktan farkı yok. İngiltere yollarının bir diğer bulmacası da aynı göbekten farklı yönlere ayrılan onlarca yol ile bir deniz kestanesini andıran kavşaklarda doğru koldan çıkabilmek. Birbirinden 30 derece açıyla neredeyse aynı yöne doğru ayrılan yolların birinin başında ‘kuzey’, diğerinde ‘güney’ tabelası okuyup yol işaretlerine olan inancınızı da yitirdikten sonra, çocuk resimlerindeki yamuk güneşlere benzeyen kavşak şemaları ile başbaşa kalıveriyorsunuz. Bizim bisiklet hızıyla neredeyse seyredecek vakit bulduğumuz bu tabelaları, 50 mil süratin rüzgarı ile sallayan sürücülerin nasıl algılayıp doğru yönü seçebildiklerini aklım almıyor. İngiliz sinyalizasyon anlayışına girişmişken (taharet muslukları da yok), doğru yolda olduğunuzu biliyorsanız kaç kilometre kaldığı, ne kadar sürede varabileceğiniz gibi gereksiz ayrıntılarla başınızı ağrıtmanıza gerek yok. Nasıl olsa varacaksınız er veya geç, dahası siz gittiğiniz şehrin ne kadar uzakta olduğunu zaten bilmiyor musunuz? Gerçekten özellikle tek gidiş-gelişli kırsal yollarda uzaklık belirten hiçbir tabela göremeyeceksiniz. Daha ilginç olanı, seçtiğiniz yolun ucundaki en büyük yerleşimin, varmanıza 15 kilometreden az kalmadan ismini okuyamayacaksınız. Bu nedenle aradaki küçük yerleşimlere hakim olup, yolu bunlar yardımı ile kestirmek gerekiyor. Çünkü İzmir’e 10 kilometre kalana dek umutsuzca Sabuncubeli tabelasını takip etmeniz gerekiyor. Birkaç sapak ıskalama haricinde bütün bu çelmelerin hiçbirine düşmeyerek 40 dakika boyunca kayıp kaldığımız Thatcham’a kadar gidebildik ve bunu açıkça, artık İznik kongresinden kalma gibi görünen haritamız ve çevirmeni Çaarı’ya borçluyuz.   
York şehrindeki misafirhanemizi de bu sayede kolayca bulduk. Genç nüfusu giderek azalmakta olan Britanya’da sahip olduğu torun sayısı büyük olasılıkla onu kesmemiş olan Caroll bizi aynı kadrodan dahil etti sıcak misafirhanesine. Elinde (hatta belki York’ta) kalan tek seçenek olan aile odasını bize bizzat tanıttı. Böylece tüm tur boyunca en rahat uyuduğumuz, kendimizi (taharet musluğu hariç) evimizde hissettiğimiz, çekmecelerinde boyama kitapları bulduğumuz, barbi evi çatı katını andıran odamıza yerleşmiş olduk. Caroll bisikletler için evin arka bahçesinde güvenli bir yer buldu, hatta gece kendisinin bisikletlerin hemen yanıbaşındaki binada uyuduğunu, bizzat göz kulak olacağını söyledi. Hızlıca insan içine karışabilecek kadar temizlenip hava iyice kararmadan kısa bir tur atmaya karar verdik. Kaldığımız yer oldukça merkezi idi, yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüş ve eski bir taş köprüden sonra sesler ve ışıklar artmaya, insanlar sıklaşmaya başladı. Sokaklarda hararetli bir gece hayatının devinimi kol geziyordu ve biz, daha otuz yaşına basmamış iki safkan testosteron hormon donörü, bu durumdan şiddetle muaftık. Kendimize yola çıkmadan taktırdığımız bu fren yorgunluk endişesi veya performans havşalanmasından çok, bu turun bir çeşit disiplin ve irade sınavı olduğuna inandığımız için devreye girdi, biz de sokaklardan kat kat daha kalabalık olan pub’lardan birine girip sadece birer angus burgeri yedik. 
Çıktığımızda hava iyice serinlemişti, biz ellerimiz cebimizde hızlı adımlarla uykuya yetişirken, %50 altın oranında giyinmiş çok sayıda diet reklamı ‘before’u, üşümek ne kelime, pub’da içinde çıkardığı yangını club’da söndürmeye yeni gidiyordu. Dişlerimizi fırçaladık ve yattık, o gece rüyamda taharet musluğu görecektim. 


No comments:

Post a Comment