Wednesday 8 September 2010

İstanbul..

   Başladığım yere geri döndüm ve bundan 18 gün önce gezegenin üzerine çizmeye başladığım çizgi kapalı bir eğri halini aldı. Başlangıç ve bitiş noktalarının aynı olması ilk bakışta bir atalet sıkıntısı uyandırıyor insanın içinde ama ne yapalım (bu noktayı hak eden sözcük gerçekte ‘heyhat’dır), bu şehre geri dönmemi sağlayacak kadar iyeliğim olmuş şimdiye kadar. İki ucu açık çizgiler bırakabilmek için geride, öncelikle her şeyi bırakmak gerekiyor. Oysa ben her şeyi sadece emanet etmiştim, hastalarımı diğer bir doktora, evimi babama, babamı amcama gibi. Şimdi de düzenli bir yaydaki bir anlık katlantı gibi, tersine bir çember çizip yeniden yerimi aldım.

   Yolculuk dönüşlerinde, yeterince de uzun sürdüyse, yolcuda bıraktığı gibi bulamama endişesi doğar. İnsan beyninin yeni koşullara uyum sağlamaya çalışırken kendini savunmasız hissetmesinden ibaret bir korku. Tuvalet molası verilmiş bir film gibi geri dönüp kaldığı yerden başlama isteği ise henüz sebep-sonuç köprüleri açılmamış çocuksu bir beklenti. Varlığın ya kozmosta saptanabilir bir değişikliğe yol açmıyor, ya da mükemmmel bir şekilde ikame edilebiliyor, ki hangisi daha kabus karar veremedim. Bu nedenle olabileceklerin en güzel ve en yorucusu siz yokken her şeyin kötüye gittiği bir yere dönmek. Umarım yolculuğunuz iyi geçmiştir.

    On gün boyunca her sabah farklı bir yatakta farklı bir şehre uyanmak, eğiliminiz de varsa buna alışıp hatta sevmeye başlamak için yeterli bir süre. Sadece arkasından yeni bir pencere çıkacağını biliyorsanız, sabah uyandığınızda perdeleri tutup iki yana çalabilecek gücü bulabilirsiniz kendinizde. Güneşi odaya almak veya güne zinde başlamak değil bahsettiğim, bir yolcu için kazandığı sürpriz ödülün perdesini indirmek. Büyük olasılıkla ışıklar solarken varılmış şehrin gündüz gözüyle nasıl görüneceğine dair katıksız bir merak. On gün üstüste yinelenince bağımlılık yaratabilen bir merak.

    Turun bittiğini kandimize kabul ettirdiğimizde ilk yaptığımız ganimeti saymak oldu (yaş itibariyle bazı soylu duyguların gençlik hırslarını sopayla dürtmeye başladığı ama henüz yerinden düşüremediği bir dönemdeyiz). 950 kilometre yol yapmıştık, dünya üzerinde bu kadar kilometre ile sınırlarını dolanabileceğimiz ülkeler olmalıydı. 48 saat boyunca sele üzerine oturmuştuk ki bu daha yumuşak bile olsa başka bir yere otururken çektiğimiz ağrıyı açıklıyordu. Onca yolun bizde bazı şekil bozukluklarına yol açabileceğini öngörmüştük kuşkusuz. Ellerimdeki yeni nasırlar, dirseklerimde tuhaf bir tendon iltihabı ve dar gelen bisiklet ayakkabısına bağlı sağ ayak parmaklarımdaki uyuşukluk şimdilik kalıcı görünen olumsuz değişiklikler. On gün boyunca beni omuzlarımdan geriye çekiştiren on iki kiloluk çantam sayesinde yürüyüşümdeki düzelme, belimde tartışılır çirkinlikteki can simidinin (buna aşk yastığı diyenler var) kurbağa bacağı kasına dönüşmesi ve fiziksel ve ruhsal dayanıklılıktaki farkedilir artış ise bedelini ödediklerimiz arasında. Tüm hesabın altına büyük bir çizgi çekip her şeyi birbirine kırdırdığımda ise vardığım tartışmasız sonuç sonuna kadar değer olduğu. Turun başlangıç noktasındaki bisikletçi değilim artık. Bu yüzden şimdi sayfayı çevirip ikinci turun hayallerini kurmaya başlayabilirim.

   Bugünden sonra eski bilindik yollarda yeniden hayat sürmeye koyuluyorum. Yeni çok az yer kaldı, gün geçtikçe görmeye değer yollar da azalıyor. Pascal’in söylediği gibi ‘her seçiş, bir vazgeçiştir’. Ben de eski yollarda gidip gelmeye devam ederken gözlerimi kapatıp, sevdiklerimin yüzüne bakmayı seçiyorum.

2 comments:

  1. eski zaman kaşiflerinin seyir defterleri nasılsa, bu günlerin gezi notları da böyle olacak demek ki..
    harcanan emeğe duyduğum saygıyla, ayağına sağlık..

    hoşgeldin :)
    (atay)

    ReplyDelete
  2. This comment has been removed by the author.

    ReplyDelete