Thursday 2 September 2010

Previously on the Tour of the UK, 4.gün

Tur boyunca gıda tüketimi konusunda insanlıktan çıktığımızdan söz etmiştim. Sabah kahvaltılarımız akşam belli bir saatten itibaren aç kalınması gereken bir operasyondu adeta. Bu töreni 5 bilemedin 6. gün artık klasik ingiliz tarzı kahvaltıdan tiksinip babannemin selanik salatasını arar olana dek sürdürdük. İngilizler bir cismin pişmesi için tamamen kızgın yağa batırılması gerektiğine inandıklarından kahvaltılarımız genellikle yağ açısından zengindi ve bizi uzun süre tok tutuyordu. Biyokimyasal açıklamasını hatırlamamakla birlikte (ne iddialıydım unutmam diye zamanında ama) sudan bile daha yoğun bir yağda kızarmış bu protein yumağını yuttuktan tam iki saat sonra derin bir kan şekeri düşüşü ile göz kararması, soğuk ter, sinir harbi gibi belirtiler yaşıyorduk. Gereksiz tartışmalar ve laf sokmalar da genellikle denk geldiği bu saatlerde sakince kenara çekip birer sneakers veya twix ile sabır, anlayış ve enerji yükleniyorduk. Derken 4. günün sabahı, kaldığımız otelin bize kahvaltı niyetine sadece kızarmış ekmek, tereyağ ve portakal suyu verdiği ortaya çıktı. Bu kabul edilemezdi, damağımızı yağ ile sıvamadan 5 kilometre bile süremezdik. Aynı zamanda kahvaltının muhtelif ingiliz şarküterisinden yoksun olması otelin neden bu kadar ucuz olduğunu da açıklıyordu. Bunun üzerine midemizi bastıracak gibi geçiştirip içinden geçmeyi planladığımız Darlington şehir merkezinde gerekli takviyeyi yapmaya karar verdik. Darlington şehir merkezi kahvaltı olanakları konusunda düşündüğümüzden kısırdı, aslında şehir merkezine bile girip giremediğimizi tam olarak anlamadan kendimizi 5-6 kilometre sonra yol üzerindeki Croft-on-tees'de bulduk. Burası da turun kilometre taşlarından biriydi çünkü yolumuzu çizerken google earth de yukarıdaki fotoğrafın bensiz halini görüp 'bu çimende debeleneceğim' benzeri bir şuraya yazıyorum iddiasında bulunmuştum. Ve çimende kısa süre açlıktan debelendim.
 Hemen köprüyü geçer geçmez karşımıza çıkan otel, kahvaltı için yardımımıza yetişti. Günlük yağ depomuzu burada doldurduktan sonra yeniden yola koyulduk, saat 12'yi geçiyordu. İyi bir uykunun dinlenmişliği ve iyice sadeleşen yer şekilleri sayesinde geç yola koyulmamıza rağmen uzun sayılabilecek etabı hava kararmadan bitirebildik. İlk hedefimiz öğle yemeğini de yemeyi planladığımız Northallerton kasabasıydı.










İskoçya'yı terkedip İngiltere'de güneye doğru ilerledikçe yolun etrafını duvar gibi çeviren ormanlar yerini geniş çimenlikler ve ekili alanlara bırakıyor. Kaydettiğimiz kadarıyla bu kuralı bozan bölgeler var ve Yorkshire adını verdikleri cennet de bunlardan biri.   Yine kronik oksijen zehirlenmesi sonucu parlak renkli gündüz düşleri içinde geçtik onlarca kilometreyi.
İngiltere'de ters (kime göre?) yönde akan trafiğe alışmak, yaptığım birkaç küçük dalgınlık sayılmazsa kolay oldu. Çağrı bir senedir Edinburgh'da düzenli olarak bisiklete bindiği için bu konuda benden daha deneyimli. Turun önemli bir kısmı boyunca o önden gitti, ben de kendimi kırmızı çantayı takip etmeye koşulladığım için sorun yaşamadım. Keskin dönüşlerde ve herhangi bir nedenle yolun karşı kıyısından harekete geçtiğiniz anlar dikkatli olmak gerekiyor. Özellikle trafik akışının iyice seyreldiği B tipi şehirlerarası yollarda kendi şeridinize de uzun süre araç uğramadığından, memleket özleminin de çeldirici etkisiyle Woody Allen tarzı karşı yola girmeler kuvvetle muhtemel. Hatta bulunmanız gereken şeritten bir araba geçtiğinde 'ülkem insanı bisikleti ne kadar benimsedi bak kibarca solluyor beni' şeklinde hayatınızın son çıkarsamasını yapıyor olabilirsiniz. İngiltere'de hemen herkesin bisiklet de kullanıyor olması nedeniyle bisikletçi trafik akışında daima korunuyor. Hata yapmış da olsanız, saçma bir yerde de sürüyor olsanız asla ülkemizdeki gibi birleşik isim tamlaması küfürlerin mors albabesinde korna olarak karşılığını işitmezsiniz.
Zaten şehirlerarası yolların yerleşimlere uzak ıssız köşelerinde bile bisiklete ayrılmış bir yol bulunduğundan (bu yollara çizilmiş kübist bisiklet resimlerini kafaya takarsanız kaza yapabilirsiniz), araç sürücüleri ile aldığınız tezahüratlar ve teşekkürleri haricinde bir etkileşime girmeniz beklenmiyor. Tek sorun, bisiklet yollarında asfalt genellikle düzensiz ve özellikle bakımsız yollarda çatlak ve çukurdan oldukça zengin. Bu durumda ister istemez araç yolunun kenarından tırtıklamak ve duyduğunuz nadir kornaları sindirmek zorunda kalıyorsunuz. Yine sade desenli olmakla birlikte Britanya'da uzun yol sürüşü için en azından orta kalınlıkta lastik kullanılması gerektiği kanısındayız(1, 4, 11, 17, 25). Bir bisikletli olarak İngiltere'de en az bir otomobil kadar trafik kurallarından sorumlusunuz. Trafik düzenlemesine büyük katkı sağladığını düşündüğüm göbekler bir süre sonra dönmekten iflahınızı kesse de her dört yol ağzına trafik lambası koyup boş yolu beklemekten yeğ tutulabilir.
Bu sistemin ancak birbirinin varlığına ve zamanına saygı duyan bireylerden oluşan toplumlarda uygulanabilir olduğu da açıkça ortada. Tek bir araba olmayan göbek dönüşüne solunuzdan katılmakta olan sürücünün geçmeden sizin aheste aheste gelişinizi beklemesi, 'her şey karşılıklı kardeşim' düşüncesindeyseniz dahi içinizdeki insanlık sevgisinin kabarıp bir damla yaş olarak gözünüzden süzülmesiyle sonuçlanabilir.
Seçkin bir yazı üretebilmek için kendimi parçalarken Çağrı'nın gelip 'üç tane fotoğraf koymuşsun üçünde de sadece kıçım görünüyor' yorumu yapması ile bütün yazma şevkimi kaybetmiş bulunmaktayım. Biraz da uyku diyor ve yarınki Stonehenge parkuru için kendimizi şarja takıyoruz. 4. günün fotoğrafları aşağıda olacak ama yazıları sonra eklenecek yanlarına.








 
















1138 Standard Savaşı anıtı. (okuyup gelin soru soracağım)




'Neredeyiz lan biz??'









































 

No comments:

Post a Comment