Sunday, 10 October 2010

Ya şehr-i York ki bi mislü bahadır..


Uzun süren bir sessizlikten sonra, öngördüğümden olacak görkemli bir dönüş yapabilmek için York'ta bırakmıştım sözü. Soluk akşamüstü ışıkları ve gözümüzü perdeleyen yorgunlukla farkına varamadığımız, dahası farkına varacak kadar içine işleyemediğimiz (yemek yediğimiz pub ile otel arasında tek bir çizgide gidip gelmiştik)York şehri ışıl ışıl gün ışığının cömertliğiyle tören gibi bir uğurlama hazırlamıştı bize. bir gece önce gördüklerimiz bir başka turistik kasaba marketinde kartpostal bakmışız gibi geldi. York kalesi hariç. 

 Şehirle otelimiz arasında bulunan nehri kateden taş köprüyü geçer geçmez sağımızda bodur bir tepenin üzerinde, en ufak fethedilme kaygısı taşımazmış gibi rahat bu burç karşımıza çıktı. Koskoca Minster dururken üzerine çevirilen spotlara bir anlam veremeyen ve olabildiğince az ışık yansıtmaya çalışan eskimiş gri-sarı taşlar, bu da yetmezmiş gibi bir de dolunayın ışığından saklanmaya çalışıyordu. Ağır çekmesin diye düzgün bir fotoğraf makinası taşıyamadığımıza üzüldüğümüz anlar hiç seyrek değildi yol boyunca. Ama bu gece arkadaşım Ozan'ın emektar makinası ve sabrımız sayesinde bu güzel görüntüyü saklamada belleğimize yardımcı olabildik. (Garibim makinanın da onca yara ve röntgen resmi çektikten sonra gözü gönlü açıldı..) 
 Daha Minster'ı görmeden bile York şehri sokaklarının sevimliliği ile bizi büyüledi. Üç basamaklı turistik etiketlerle dolu küçük butik dükkanların süslediği sayfiye kokulu sokaklarda kalabalıktan ötürü kısa sürede bisikletlerimizden indik. York Minster'in iki kulesi yürüdüğümüz sokağın sonunda kiremit kırmızısı binalar  üzerinde yükseliyordu. O mesafeden henüz ihtişamını kestiremediğimiz için biz hala yol üzerindeki pub'larla (ki her birinin hikayesi birer Guinness içme süresinde ancak anlatılır..) oyalanıyorduk. Guy Fawkes'in doğduğu yer in publaştırılması sonucu ortaya çıkan bu görülesi yer (landmark) bunlardan biriydi. gördük, beğendik, döneriz dedik. 

   York sokakları, İstanbul Cihangir'de bir benzerini görebileceğiniz rastgelelikte dizilmiş, genişi darı çıkanı çıkmayanı bir sürü bağlantıyla Minster'ı bir ağ gibi sarıyor. Kaybolmak için can attığımız biblo gibi bu labirentten, kocaman katedralin ne yazık ki her köşe başından kafasını uzatması sonucu kısa sürede geçip, York Minster'in etrafında tamamını görüş alanınıza sığdırabilmeniz için bırakılmış geniş boşluğa açıldık. İki tip insan vardı çevremizde, geniş meydanda  sanki ptt binasıymış gibi başını kaldırıp muhteşem katedralin yüzüne bakmadan yürüyüp giden insanlar ve bunların arasında bütün omurgasıyla arkaya doğru eğilmiş, başını geriye atmış bir elini alnına siper etmiş katedralin cüssesini, güzelliğini, gerçekliğini algılamaya çalışan insanlar. Bu sonuncu grubun ağızlarının açık olması başlarını aşırı geriye atmalarından olabileceği gibi şaşkınlıktan da olabilir. Çünkü York katedralini seyrederken kapılmaya mahkum olduğunuz düşünce akışı sizi gerçekten şaşırtıcı yerlere götürebiliyor. 
Katedralin huzuruna çıktığımda ilk yaptığım, yapının bulunduğum cephesinin tam ortasından geçen çizgi üzerinde durmak oldu. (tam ortalayamamış olabilirim, evet..) önümde yükselen iki kulenin göğe yöneltilmiş mızrak uçları gibi işlemeleri minnetten çok bir tehdit hissi uyandırdı içimde. Karşımda duran kuşkusuz huzur dolu bir tapınaktan çok baştan aşağı silahlanmış ilkel bir ordunun uzaktan görünüşünü andırıyordu. Ola ki tanrı başarısız olup da yeryüzüne düşmeye kalkarsa altında fena halde canını yakmaya hazır bir tuzak kurmuştu insanlar. Gözlerimi tam karşımda sinsi bir davetkarlıkla duran iki kanatlı ahşap kapıdan yavaş yavaş yukarı kaldırmaya başladım. 30 metreden daha uzun sürecek olan bu tırmanış, bana daha yolun yarısında 2001 space oddessey filminin giriş sahnesini hatırlattı ve sonu bir türlü gelmeyen uzay gemisi geçerken çalan müziği mırıldanmaya başladım. Küçükken babamla kumsalda ıslak kum damlatarak yaptığımız şatolara benzediğinden olacak gotik mimariyi çok beğenirim. Bütün iğneler bütün üçgenler rahatsız edici bir rastgelelikle dizilmiş gibi görünür ta ki gözünüz seçebilirse veya takip edebilirseniz simetri eksenin karşı yakasında aynı dizilimi bulana kadar. Denk gelebileceğiniz yumuşak kavisli bir çizgi veya bir eğri, çok geçmeden gökyüzüne dönük bir sivrilikle sonlanacaktır merak etmeyin. Gördüklerimin zihnimde canlandırdığı bir diğer resim, popüler bilim dergilerini sıkça süsledikleri pahalı minerallerin mikroskop altındaki kristal görüntüleri oldu. Yeterince yakından baktığınızda üstüste oyulmuş yüzlerce çivi, kılıç vb. nalburiye (blacksmith demek istiyor. ç.n.) birkaç adım geriden şimdiye kadar gördüğünüz en güzel yapıya dönüşüyordu.   

Thursday, 9 September 2010

Previously on the Tour of the UK, York

York şehri girişinde bisikletlerimizin fotoğrafını çektirmemizden hemen sonra güneş, sanki bunu bekliyormuş gibi sağ yanımızda uzanan ovanın onun için hazırladığı yatağına bıraktı kendini. Giderayak bize altın sarısı buluttan virgüllerle ayrılmış birkaç satır gökyüzü, bir gök kuşağı ve bir balon bıraktı.  Gök kuşağının altında bizim için altından daha değerli olan banyo ve yumuşak bir yatak  bulacağımıza inandığımızdan o yöne doğru sürdük, yol zaten o tarafa gittiğinden değil. 



Çok geçmeden binalar iki yanımıza dizilmeye başladı. Çoğu şehirde olduğu gibi, York merkezindeki tarihi dokuyu korumak için onu bir ambalaj gibi saran çağdaş ingiliz tipi iki katlı bahçeli evlerden oluşan katmanları katettik. Sokak anarşisinin sıfırın altında olduğunu kanıtlayan yarı aralık kapılar ve bahçeler dolusu oyuncak, birer yabancı olarak bizde hem tatlı bir güven duygusu hem de bu huzuru istemeden bozma endişesi uyandırdı. Açık kapılardan birinden girip salondaki kaçınılmaz sofada uyuyakalsam uyandığımda yanımda süt ve bisküvi bulma olasılığım çok yüksekti. Oksijen zehirlenmesi ile açıklanabilecek bu veya benzeri bir davranışta bulunmadan parasını ödeyeceğimiz kendi sığınağımızı bulmaya karar verdik. 
Çağrı bir dörtyol ağzında bilgisayarımızı açıp, sabahtan kaydettiği ayrıntılı harita ekranlarında yolumuzu ararken ben de bisikletimi, rengi itibariyle olsa gerek, nereye parketsem yakıştığını farkettim. 

Bütün tur boyunca haritanın gözümün önüne geldiği, bir elin parmaklarını geçmez. Benim her zaman fikrimi sormakla, birlikte Çaarı yönümüzü kestirme işini turun daha en başında gönüllü üstlendi. Ben de güneşin bulunduğu yerin garibime gittiği birkaç müdahale dışında sesimi çıkarmadan peşinden gittim. Çok geçmeden yol bulma konusunda doğuştan yetenekli olduğunu kanıtlayan Çaarı (bkz. Newcastle kuşatması) 3. günden itibaren turun resmi kartografı oldu. Yön duygumuzu altüst eden en önemli unsurlardan biri, bütün yolların birbirinin tıpatıp aynısı birer ağaç koridoru olmasıydı. Anayolda kaybolmanın ormanda kaybolmaktan farkı yok. İngiltere yollarının bir diğer bulmacası da aynı göbekten farklı yönlere ayrılan onlarca yol ile bir deniz kestanesini andıran kavşaklarda doğru koldan çıkabilmek. Birbirinden 30 derece açıyla neredeyse aynı yöne doğru ayrılan yolların birinin başında ‘kuzey’, diğerinde ‘güney’ tabelası okuyup yol işaretlerine olan inancınızı da yitirdikten sonra, çocuk resimlerindeki yamuk güneşlere benzeyen kavşak şemaları ile başbaşa kalıveriyorsunuz. Bizim bisiklet hızıyla neredeyse seyredecek vakit bulduğumuz bu tabelaları, 50 mil süratin rüzgarı ile sallayan sürücülerin nasıl algılayıp doğru yönü seçebildiklerini aklım almıyor. İngiliz sinyalizasyon anlayışına girişmişken (taharet muslukları da yok), doğru yolda olduğunuzu biliyorsanız kaç kilometre kaldığı, ne kadar sürede varabileceğiniz gibi gereksiz ayrıntılarla başınızı ağrıtmanıza gerek yok. Nasıl olsa varacaksınız er veya geç, dahası siz gittiğiniz şehrin ne kadar uzakta olduğunu zaten bilmiyor musunuz? Gerçekten özellikle tek gidiş-gelişli kırsal yollarda uzaklık belirten hiçbir tabela göremeyeceksiniz. Daha ilginç olanı, seçtiğiniz yolun ucundaki en büyük yerleşimin, varmanıza 15 kilometreden az kalmadan ismini okuyamayacaksınız. Bu nedenle aradaki küçük yerleşimlere hakim olup, yolu bunlar yardımı ile kestirmek gerekiyor. Çünkü İzmir’e 10 kilometre kalana dek umutsuzca Sabuncubeli tabelasını takip etmeniz gerekiyor. Birkaç sapak ıskalama haricinde bütün bu çelmelerin hiçbirine düşmeyerek 40 dakika boyunca kayıp kaldığımız Thatcham’a kadar gidebildik ve bunu açıkça, artık İznik kongresinden kalma gibi görünen haritamız ve çevirmeni Çaarı’ya borçluyuz.   
York şehrindeki misafirhanemizi de bu sayede kolayca bulduk. Genç nüfusu giderek azalmakta olan Britanya’da sahip olduğu torun sayısı büyük olasılıkla onu kesmemiş olan Caroll bizi aynı kadrodan dahil etti sıcak misafirhanesine. Elinde (hatta belki York’ta) kalan tek seçenek olan aile odasını bize bizzat tanıttı. Böylece tüm tur boyunca en rahat uyuduğumuz, kendimizi (taharet musluğu hariç) evimizde hissettiğimiz, çekmecelerinde boyama kitapları bulduğumuz, barbi evi çatı katını andıran odamıza yerleşmiş olduk. Caroll bisikletler için evin arka bahçesinde güvenli bir yer buldu, hatta gece kendisinin bisikletlerin hemen yanıbaşındaki binada uyuduğunu, bizzat göz kulak olacağını söyledi. Hızlıca insan içine karışabilecek kadar temizlenip hava iyice kararmadan kısa bir tur atmaya karar verdik. Kaldığımız yer oldukça merkezi idi, yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüş ve eski bir taş köprüden sonra sesler ve ışıklar artmaya, insanlar sıklaşmaya başladı. Sokaklarda hararetli bir gece hayatının devinimi kol geziyordu ve biz, daha otuz yaşına basmamış iki safkan testosteron hormon donörü, bu durumdan şiddetle muaftık. Kendimize yola çıkmadan taktırdığımız bu fren yorgunluk endişesi veya performans havşalanmasından çok, bu turun bir çeşit disiplin ve irade sınavı olduğuna inandığımız için devreye girdi, biz de sokaklardan kat kat daha kalabalık olan pub’lardan birine girip sadece birer angus burgeri yedik. 
Çıktığımızda hava iyice serinlemişti, biz ellerimiz cebimizde hızlı adımlarla uykuya yetişirken, %50 altın oranında giyinmiş çok sayıda diet reklamı ‘before’u, üşümek ne kelime, pub’da içinde çıkardığı yangını club’da söndürmeye yeni gidiyordu. Dişlerimizi fırçaladık ve yattık, o gece rüyamda taharet musluğu görecektim. 


Wednesday, 8 September 2010

İstanbul..

   Başladığım yere geri döndüm ve bundan 18 gün önce gezegenin üzerine çizmeye başladığım çizgi kapalı bir eğri halini aldı. Başlangıç ve bitiş noktalarının aynı olması ilk bakışta bir atalet sıkıntısı uyandırıyor insanın içinde ama ne yapalım (bu noktayı hak eden sözcük gerçekte ‘heyhat’dır), bu şehre geri dönmemi sağlayacak kadar iyeliğim olmuş şimdiye kadar. İki ucu açık çizgiler bırakabilmek için geride, öncelikle her şeyi bırakmak gerekiyor. Oysa ben her şeyi sadece emanet etmiştim, hastalarımı diğer bir doktora, evimi babama, babamı amcama gibi. Şimdi de düzenli bir yaydaki bir anlık katlantı gibi, tersine bir çember çizip yeniden yerimi aldım.

   Yolculuk dönüşlerinde, yeterince de uzun sürdüyse, yolcuda bıraktığı gibi bulamama endişesi doğar. İnsan beyninin yeni koşullara uyum sağlamaya çalışırken kendini savunmasız hissetmesinden ibaret bir korku. Tuvalet molası verilmiş bir film gibi geri dönüp kaldığı yerden başlama isteği ise henüz sebep-sonuç köprüleri açılmamış çocuksu bir beklenti. Varlığın ya kozmosta saptanabilir bir değişikliğe yol açmıyor, ya da mükemmmel bir şekilde ikame edilebiliyor, ki hangisi daha kabus karar veremedim. Bu nedenle olabileceklerin en güzel ve en yorucusu siz yokken her şeyin kötüye gittiği bir yere dönmek. Umarım yolculuğunuz iyi geçmiştir.

    On gün boyunca her sabah farklı bir yatakta farklı bir şehre uyanmak, eğiliminiz de varsa buna alışıp hatta sevmeye başlamak için yeterli bir süre. Sadece arkasından yeni bir pencere çıkacağını biliyorsanız, sabah uyandığınızda perdeleri tutup iki yana çalabilecek gücü bulabilirsiniz kendinizde. Güneşi odaya almak veya güne zinde başlamak değil bahsettiğim, bir yolcu için kazandığı sürpriz ödülün perdesini indirmek. Büyük olasılıkla ışıklar solarken varılmış şehrin gündüz gözüyle nasıl görüneceğine dair katıksız bir merak. On gün üstüste yinelenince bağımlılık yaratabilen bir merak.

    Turun bittiğini kandimize kabul ettirdiğimizde ilk yaptığımız ganimeti saymak oldu (yaş itibariyle bazı soylu duyguların gençlik hırslarını sopayla dürtmeye başladığı ama henüz yerinden düşüremediği bir dönemdeyiz). 950 kilometre yol yapmıştık, dünya üzerinde bu kadar kilometre ile sınırlarını dolanabileceğimiz ülkeler olmalıydı. 48 saat boyunca sele üzerine oturmuştuk ki bu daha yumuşak bile olsa başka bir yere otururken çektiğimiz ağrıyı açıklıyordu. Onca yolun bizde bazı şekil bozukluklarına yol açabileceğini öngörmüştük kuşkusuz. Ellerimdeki yeni nasırlar, dirseklerimde tuhaf bir tendon iltihabı ve dar gelen bisiklet ayakkabısına bağlı sağ ayak parmaklarımdaki uyuşukluk şimdilik kalıcı görünen olumsuz değişiklikler. On gün boyunca beni omuzlarımdan geriye çekiştiren on iki kiloluk çantam sayesinde yürüyüşümdeki düzelme, belimde tartışılır çirkinlikteki can simidinin (buna aşk yastığı diyenler var) kurbağa bacağı kasına dönüşmesi ve fiziksel ve ruhsal dayanıklılıktaki farkedilir artış ise bedelini ödediklerimiz arasında. Tüm hesabın altına büyük bir çizgi çekip her şeyi birbirine kırdırdığımda ise vardığım tartışmasız sonuç sonuna kadar değer olduğu. Turun başlangıç noktasındaki bisikletçi değilim artık. Bu yüzden şimdi sayfayı çevirip ikinci turun hayallerini kurmaya başlayabilirim.

   Bugünden sonra eski bilindik yollarda yeniden hayat sürmeye koyuluyorum. Yeni çok az yer kaldı, gün geçtikçe görmeye değer yollar da azalıyor. Pascal’in söylediği gibi ‘her seçiş, bir vazgeçiştir’. Ben de eski yollarda gidip gelmeye devam ederken gözlerimi kapatıp, sevdiklerimin yüzüne bakmayı seçiyorum.

Saturday, 4 September 2010

10. gün, Stonehenge..


Toplam 122 kilometrelik turun en uzun parkurunu dün tamamladık. Yolda yorgunluğumuzu çok hissetmesek de eve varıp sele dışında bir yüzeye oturduğumuz anda neyin ne olduğu ortaya çıktı. Bulunduğumuz Thatcham kasabası aslında hemen batısında uzanan Newbury (nivbörüyün okunur) adlı daha büyük bir kasabanın uzantısı gibi. Yolu 140 kilometre gibi öngörmemize rağmen tamamen ağırlıksız sürmenin verdiği cesaretten olsa gerek yola koyulmamız 10 buçuğu buldu. Newbury'nin çıkış kapısını bulmak da yarım saatimizi aldı ama biz 19km/sa küsür ortalama ile dünkü turu toplam 6 buçuk saatte tamamladık. Bir önceki gece Stonehenge yolunu çizerken oldukça zorlandık, eninde sonunda mutlaka 'dual cariageway' adını verdiğimiz curcunanın içine düşmek durumunda kalıyorduk. Yolu elimizden geldiğince köylerin kasabaların arasından geçirdik (haritalarda sarı hatta beyaz olarak gösterilen köy yollarının önemli bir kısmında asfalt yeşil ya da kırmızı yollara göre daha düzgün.). Sonunda A303 anayoluna bağlandığımızda önümüzde tırlarla kucak kucağa geçilmesi gereken sadece 10 kilometrelik bir yol kalmıştı. Biz otoyola girer girmez trafiğin tıkanması (bizle ilgili olmayan nedenlerden ötürü) hatta durması bize kelt tanrılarının bir hediyesi oldu. Sağlı sollu duran araçların açık camlarından yayılan araba kokuları ile döşenmiş tam bize kadar bir koridordan, adeta motorsiklet kullanan bir Trinity misali son 10 kilometreyi de geçiverip kendimizi Stonehenge'in çimenlerine attık.
Stonehenge yeryüzündeki tüm turistik mekanlarda olduğu gibi, fotoğraflarında göründüğü kadar görkemli değil. Dahası, iki yıl önce aralık ayının sisli puslu havasında ilk kez gördüğümde hayal gücümün en doğaçlama sololarına eşsiz bir altyapı döşeyen aynı taşlar, cascavlak güneşin ve masmavi gökyüzünün altında kaçak arsada yarım kalmış apartman temeli gibi göründü gözüme. Taşların daha fazla çalınamaması için aldıkları güvenlik önlemi çerçevesinde, baktığımız uzaklıktan griye boyanmış strafor tiyatro dekoruna benzettim binlerce yıllık kültür mirasını. Neden sonra utandım kendimden, onları ta nerelerden çekiştirip getiren insanları düşündükçe bir an tüylerim ürperdi. Tam havaya girmişken taşların hikayesini dinlediğimiz cihazdaki kaydın çok ucuz bir mitolojik sayıklamaya girişmesi üzerine yine milliyet gazetesinin verdiği kartondan stonehenge maketi önünde buluverdim kendimi.    
Yakın zamanda Stonehenge çevresinde yeni buluntulara rastladıklarını eve geldiğimizde Mark'tan öğrendim. İnsanların uzun kuyruklar halinde bayırdan yukarı yürümelerini açıkladı bu durum, ama biz çoktan atlamıştık. Öğle yemeğimizi Stonehenge çayırına yayılarak yedik. Çimen üzerinde yemek Çağrı'ya festival ortamını hatırlatırken, ben bir çağrışım yapabilecek kadar yediğim şeyden zihnimi uzaklaştıramadım.
Önümüzde hala 60 küsür kilometre olmasına rağmen, hatta bence önümüzde hala 60 kilometre olmasından dolayı, fotoğrafıdır, amele yanığı eşitleme çalışmalarıdır, yola çıkmayı geciktirmek için tüm çabamızla oyalandık. Sonunda bizi bekleyen akşam yemeği uğruna (evet yeni yemiş olabiliriz ne var?) zor ama bir o kadar da güzel yola çıktık. A303'ün dönüş trafiği bizi çok korkutmadı. Sadece köy yollarına girişte otoyolun tam ortasına açılan delikten karşıya geçmek için uzun süre uygun bir boşluk bekledik. Yolun devamı başladığı gibi bitti. Dün, başladığımız noktaya geri döndüğümüzden yerçekimi ile alacak-vereceğimiz olmadan tamamladık parkurumuzu. Yağış açısından Sturbucks'ın devamlı akan su sistemini kullanan Britanya'nın bereketli doğası, bizi yine umulmadık hayvan sesleri ile tedirgin eden lanetli ormanlar içine sürükledi.
Ben de sağdan gelen tuhaf sesler yüzünden yeterince yanaşamadığım için ortalayamadım fotoğrafı.
Dokunmanın serbest olduğu taşların yanında Çaarı görülüyor. Yol boyunca küçük köylerde bazı bahçe taşlarını stonehenge taş dokusuna çok benzettim. Kimbilir bizim Ege köylerinin bazılarında evlerin temel taşlarında medusa başı figürü seçilebildiği gibi bir durum, muhassır medeniyetler seviyesindeki İngiltere'de de olabilir.
Stonehenge'in çekebildiğim en turistsiz fotoğrafı ile bugünün özetini bitiriyorum. Henüz 4. günde olduğum daha ayrıntılı anlatımda sırası geldiğinde bugünkü yolculuk için de söylemek istediklerim var. En azından Stonehenge'e doğu yönünde yaklaşacak bisikletçilerin, hakkında uyarılması gereken biri %14'lük olmak üzere iki epik yokuş, bunların arasında sayılabilir. Stonehenge bugün hiç 3500 yıllık gibi gelmedi bize, sanırım yanına kadar sokulup bakmak yerine doğru zamanda doğru yerden çekilen fotoğrafları üzerinden geçmişe doğru hayaller yola çıkarmak en doğrusu. Bu sonuncu da, bulutların sevimli bir oyunu ile keltik inançları gıdıklayan bir fotoğraf olmuş tesadüfen..

Friday, 3 September 2010

10. gün, Stonehenge yolları daştan..

Harika bir sabaha uyandık, hava çok güzel. Halamın 3. ve 4. oğulları olarak doyurulduk, yolluklarımız kondu. (Bizim gelişimiz şerefine evin bütün dolapları tatlı-tuzlu abur cubur ile dolu) Kartografımız Çaarı haritasını çizdi. Bütün yükleri attık, varla yok arası tek bir sırt çantası ile gidiyoruz, turun en uzun parkurunu yapmak üzere. 




Thursday, 2 September 2010

Previously on the Tour of the UK, 4.gün

Tur boyunca gıda tüketimi konusunda insanlıktan çıktığımızdan söz etmiştim. Sabah kahvaltılarımız akşam belli bir saatten itibaren aç kalınması gereken bir operasyondu adeta. Bu töreni 5 bilemedin 6. gün artık klasik ingiliz tarzı kahvaltıdan tiksinip babannemin selanik salatasını arar olana dek sürdürdük. İngilizler bir cismin pişmesi için tamamen kızgın yağa batırılması gerektiğine inandıklarından kahvaltılarımız genellikle yağ açısından zengindi ve bizi uzun süre tok tutuyordu. Biyokimyasal açıklamasını hatırlamamakla birlikte (ne iddialıydım unutmam diye zamanında ama) sudan bile daha yoğun bir yağda kızarmış bu protein yumağını yuttuktan tam iki saat sonra derin bir kan şekeri düşüşü ile göz kararması, soğuk ter, sinir harbi gibi belirtiler yaşıyorduk. Gereksiz tartışmalar ve laf sokmalar da genellikle denk geldiği bu saatlerde sakince kenara çekip birer sneakers veya twix ile sabır, anlayış ve enerji yükleniyorduk. Derken 4. günün sabahı, kaldığımız otelin bize kahvaltı niyetine sadece kızarmış ekmek, tereyağ ve portakal suyu verdiği ortaya çıktı. Bu kabul edilemezdi, damağımızı yağ ile sıvamadan 5 kilometre bile süremezdik. Aynı zamanda kahvaltının muhtelif ingiliz şarküterisinden yoksun olması otelin neden bu kadar ucuz olduğunu da açıklıyordu. Bunun üzerine midemizi bastıracak gibi geçiştirip içinden geçmeyi planladığımız Darlington şehir merkezinde gerekli takviyeyi yapmaya karar verdik. Darlington şehir merkezi kahvaltı olanakları konusunda düşündüğümüzden kısırdı, aslında şehir merkezine bile girip giremediğimizi tam olarak anlamadan kendimizi 5-6 kilometre sonra yol üzerindeki Croft-on-tees'de bulduk. Burası da turun kilometre taşlarından biriydi çünkü yolumuzu çizerken google earth de yukarıdaki fotoğrafın bensiz halini görüp 'bu çimende debeleneceğim' benzeri bir şuraya yazıyorum iddiasında bulunmuştum. Ve çimende kısa süre açlıktan debelendim.
 Hemen köprüyü geçer geçmez karşımıza çıkan otel, kahvaltı için yardımımıza yetişti. Günlük yağ depomuzu burada doldurduktan sonra yeniden yola koyulduk, saat 12'yi geçiyordu. İyi bir uykunun dinlenmişliği ve iyice sadeleşen yer şekilleri sayesinde geç yola koyulmamıza rağmen uzun sayılabilecek etabı hava kararmadan bitirebildik. İlk hedefimiz öğle yemeğini de yemeyi planladığımız Northallerton kasabasıydı.










İskoçya'yı terkedip İngiltere'de güneye doğru ilerledikçe yolun etrafını duvar gibi çeviren ormanlar yerini geniş çimenlikler ve ekili alanlara bırakıyor. Kaydettiğimiz kadarıyla bu kuralı bozan bölgeler var ve Yorkshire adını verdikleri cennet de bunlardan biri.   Yine kronik oksijen zehirlenmesi sonucu parlak renkli gündüz düşleri içinde geçtik onlarca kilometreyi.
İngiltere'de ters (kime göre?) yönde akan trafiğe alışmak, yaptığım birkaç küçük dalgınlık sayılmazsa kolay oldu. Çağrı bir senedir Edinburgh'da düzenli olarak bisiklete bindiği için bu konuda benden daha deneyimli. Turun önemli bir kısmı boyunca o önden gitti, ben de kendimi kırmızı çantayı takip etmeye koşulladığım için sorun yaşamadım. Keskin dönüşlerde ve herhangi bir nedenle yolun karşı kıyısından harekete geçtiğiniz anlar dikkatli olmak gerekiyor. Özellikle trafik akışının iyice seyreldiği B tipi şehirlerarası yollarda kendi şeridinize de uzun süre araç uğramadığından, memleket özleminin de çeldirici etkisiyle Woody Allen tarzı karşı yola girmeler kuvvetle muhtemel. Hatta bulunmanız gereken şeritten bir araba geçtiğinde 'ülkem insanı bisikleti ne kadar benimsedi bak kibarca solluyor beni' şeklinde hayatınızın son çıkarsamasını yapıyor olabilirsiniz. İngiltere'de hemen herkesin bisiklet de kullanıyor olması nedeniyle bisikletçi trafik akışında daima korunuyor. Hata yapmış da olsanız, saçma bir yerde de sürüyor olsanız asla ülkemizdeki gibi birleşik isim tamlaması küfürlerin mors albabesinde korna olarak karşılığını işitmezsiniz.
Zaten şehirlerarası yolların yerleşimlere uzak ıssız köşelerinde bile bisiklete ayrılmış bir yol bulunduğundan (bu yollara çizilmiş kübist bisiklet resimlerini kafaya takarsanız kaza yapabilirsiniz), araç sürücüleri ile aldığınız tezahüratlar ve teşekkürleri haricinde bir etkileşime girmeniz beklenmiyor. Tek sorun, bisiklet yollarında asfalt genellikle düzensiz ve özellikle bakımsız yollarda çatlak ve çukurdan oldukça zengin. Bu durumda ister istemez araç yolunun kenarından tırtıklamak ve duyduğunuz nadir kornaları sindirmek zorunda kalıyorsunuz. Yine sade desenli olmakla birlikte Britanya'da uzun yol sürüşü için en azından orta kalınlıkta lastik kullanılması gerektiği kanısındayız(1, 4, 11, 17, 25). Bir bisikletli olarak İngiltere'de en az bir otomobil kadar trafik kurallarından sorumlusunuz. Trafik düzenlemesine büyük katkı sağladığını düşündüğüm göbekler bir süre sonra dönmekten iflahınızı kesse de her dört yol ağzına trafik lambası koyup boş yolu beklemekten yeğ tutulabilir.
Bu sistemin ancak birbirinin varlığına ve zamanına saygı duyan bireylerden oluşan toplumlarda uygulanabilir olduğu da açıkça ortada. Tek bir araba olmayan göbek dönüşüne solunuzdan katılmakta olan sürücünün geçmeden sizin aheste aheste gelişinizi beklemesi, 'her şey karşılıklı kardeşim' düşüncesindeyseniz dahi içinizdeki insanlık sevgisinin kabarıp bir damla yaş olarak gözünüzden süzülmesiyle sonuçlanabilir.
Seçkin bir yazı üretebilmek için kendimi parçalarken Çağrı'nın gelip 'üç tane fotoğraf koymuşsun üçünde de sadece kıçım görünüyor' yorumu yapması ile bütün yazma şevkimi kaybetmiş bulunmaktayım. Biraz da uyku diyor ve yarınki Stonehenge parkuru için kendimizi şarja takıyoruz. 4. günün fotoğrafları aşağıda olacak ama yazıları sonra eklenecek yanlarına.








 
















1138 Standard Savaşı anıtı. (okuyup gelin soru soracağım)




'Neredeyiz lan biz??'









































 

Wednesday, 1 September 2010

9. gün, bitirmeye kıyamadık..


Thatcham bizim son durağımızdı aslında. Londra'nın 45 dakika güneybatısında yer alan bu sevimli kasabada yaşıyor halam, eşi Mark ve iki oğlu Thomas ve James ile. Bu turun haritası duvardaki panoya ilk asıldığında varış raptiyesi Thatcham'a saplıydı. Bugün de planladığımız turun son etabını yaptık ve Thatcham'a vardık. Sanki sırf varamamak için de koca britanyayı sorunsuz katettikten sonra gelip küçücük Thatcham'da kaybolduk. Sabah Oxford'da Çağrı 'Thatcham girişinin screenshot'unu alayım mı?' diye sorduğunda 'yok abi ben bulurum evi' şeklinde bir babayiğitlik yapmamış olsaydım net 40 dakika önce evde halamın hazırladığı şahane sofraya kurulmuş olurduk. Yaşadığım yanılgı, daha önce aynı yolları arabayla katetmiş olmamdan kaynaklandı, mesafeler aklımda kalandan uzun göründüğünde yanlış dönüşler yaptık ve sonunda girişi balonlarla süslenmiş sıcak yuvamızı bulabilmemiz için bir tren istasyonu ve yerel halktan üç kişi gerekti. 
Planladığımız varış noktasına ulaşmış olmamıza rağmen biz turumuzu henüz bitirmiyoruz.Yarın soluklanıp etrafı gezdikten sonra ertesi gün Thatcham'ın güneybatısında yaklaşık 70 kilometre uzaklıkta olan Stonehenge'e gideceğiz. Gidiş-dönüş 140 kilometreyi bulacak olsa da sırt çantalarımızda sadece birer sandviç olacağı için (hatta bisiklet çantası ve taşıyıcısını söküp Çağrı'yı bir 10 kilo hafifletebileceğimizi düşünüyoruz) rahatlıkla üstesinden geleceğiz. Londra'ya girişimiz yine 4 eylülde gerçekleşecek ama büyük olasılıkla şehir merkezine trenle ulaşacağız (evet Newcastle travması, artık ne olduysa bize orada?). Gerçek nedeni şu, Londra içinde yorgun pedalla sürmemek için gidiş yolunu bir şekilde atlamak durumundayız. Yarın boş günümüz 3. günün gecesinde kaldığım hikayemize devam edebileceğimi umuyorum. Bisiklet sürmeyecek olmak çok garibimize gidiyor, arada refleks pedal hareketleri yapacağımı tahmin ediyorum. 

Edinburgh'dan buraya 824 kilometre boyunca yol kenarını bir an bile başıboş bırakmayan sıkı çimen örtüsü üzerine gölgemizi düşürdük. Kalemi kaldırmadan çizilmiş bir çizgi gibi lastiğimizin izini takip edebilirsiniz. Gördüğümüz her bisikletliye selam verdik, iki elin parmağını geçmez sayıda sürücü kornasının yerini hatırladı sayemizde. Bir sürü böğürtlen yedik yol kenarından ama karnımızı ağrıtacak kadar değil. Etrafa hiç zararımız dokunmadı, rüzgarın yönünü kestirmek için koparıp savurduğumuz birkaç tutan ot, bir de atan zinciri takarken elimiz yağ olmasın diye kopardığımız yaprakları saymazsak. Yol boyunca tek bir taşın dahi yerini değiştirmeye kıyamadık, hiçbir şeyi sahiplenmedik sadece geçip gittik. Ha köpek olsak, britanyanın yarısı üzerinde hak iddia edebilirdik şu an ama bunun ayrıntısına girmemek daha iyi. Yolun kötü bir huyu var, zamana sığmıyor. Biz sığdırabildiğimiz kadarını katedip, öğrenip sonunda her gün git-gel aşındırdığımız bilindik yollara geri dönmek zorundayız. Yol boyunca yeterince insanla konuşup, yeterince bisikletliye selam verdiysek eğer, bir ihtimal hikayemiz anlatılmayı sürdürür ve gölgemiz biz olmasak da sürmeye devam eder britanya yollarında..